CEVELÂN
CevelânTefrikaÖmer ArslanEylül 2021İstanbul
HİKÂYET-İ ŞEBBÂZ YÛSUF-I PERÎŞÂN-HÂL VE MANZÛME-İ SİLK-İ LEÂLCEVELÂN ENDER ZILL-I HAYÂL
4Mısır Şebbâzânından Yûsuf b. Abdullah’un Rûm’da Hayâl Perdesin Açmasın ve Sultân Selîm ile Emîr Tomanbay’un Acîb Mülâkâtın AnlaturPadişâh-ı heft iklîm, yani sultân ibnü’s-sultân hü-ve’s-sahib-kırân Selîm Hân, ibnü’s-sultân Bâyezîd-i Velî, ibn Ebu’l-feth Sultân Mehemmed rahmetullâhi aleyhim ecmâîn, ol şâh-ı be-nâm Yavuz ki ne denlü cengâver ü dilâver idügi meşhûr-ı cihândur, Mısır fethi-çün tekmîl yirmi üç yérde Mercidâbık’da ve Gazze’de ve Sahrâ-yı Bilbeys’de ve Vâdî-yi Reydâniyye’de ve Kâhire Kalasında ve dahı niçesinde kerr ü ferr édüben Hakk’un inâyeti ile mansûr u muzaffer olup Mısır ka-puların açdugı vakt, gazâ meydânında dünyâyı dar ét-dügi Emîr Tomanbay’ı, zôr-ı bâzû-yı satvet ve hükm-i terâzû-yı adâlet muktezâsınca dâra çekdürmek tedbî-rine gitdi; çünki halk gâyetde âdil ve fukarâyı gözet-mekde bî-nazîr ü muâdil Tomanbay’dan henûz ümmîd kesmeyüp anunçün sokaklarda çarpışmaga devâm ét-mekde idi. Selîm Hân, Mısır’da tne ve fesâd kat olma-sıçün hasbe’l-lüzûm “Siyâset eylen,” buyurdılar.Cümle bu hikâyenün meselesin Anlayup kıssadan alsın hissesinDéyü bir basît lisân ile beyân Étdüm ola kalbe manâsı ayân Tuhfedür kerîme ve mahdûmuma Okusunlar kim érem maksûduma Tarih-i Feth-i MısırSultân Selîm agaları ve ka-pukulu ve yedi kubbe vezîri ile iç kalaya girürken bir a‘mâ Arab ki kırk yıl kapu dibinde “Şivey şivey Sultân Selîm”, dér, beklermiş, hemân Sultân Selîm Hân kalaya girürken atı dizgini-ne yapışup “Şivey şivey yâ Selîm”, déyüp rûh teslîm étmiş. Hisâb éderler, târîh-i feth-i Mısır çıkar. Sultân Selîm şivey şivey Sene 922Kelimâtü’l-Garâyib ve Zübdetü’n-Nesâyih min Hikâyeti’ş-Şebbâz YûsufHeft iklîm yedi kıtanun adı Birleşüp dünyâya virür heyeti Kutlu pâdşâhdur hüve’s-sâhib-kırânŞâh-ı kâmrân u ser-i saff-derânBir vurup bir çekilüp düşmânınaKerr ü ferr éder şeh-i kerrâr yineSatvet ile yanî atılgan olupTanrı mansûr u muzaffer kılupKapusın açdugı ol beldelereKi_adlile hükm éde halkı gözede Tuhfe-i Hikâye-i Şebbâz YûsufAllâh adın anmak ile her işe Başlayalum çün inâyet érişeKıl şefâat yâ Seyîdü’l-mürselîn Merhabâ yâ hem çihâr-yâr-ı güzîn Ve Süleymân-ı zamân dergâhına Édelüm duâ-yı bî-had âline Çıkarup bahr-i nesâyih gevherin Derledüm kân-ı kelîmat cevherin Umup evlâdum dahı râzı benden Ola déyü bu lugatı nazm édübenSundum oglum kızuma hediyyedür Kâriîne dahı hôş atiyyedür
5Fermân üzere Bâb-ı Züveyle’de bir dâr kuruldı ki o denlü kalın kalası iki âdem kol kola gelse kucaklayı-maz ve o misillü kavî halatı kemend édüp göge fırlat-san sevr-i felegi karnından yakalayıp burcından aşagı çeker. Kamu şehr halkı tan agarmadan meydâna cem olmış, idâm saatin bekler ve hattâ tâ Cîze’den Ebulhevl nâm heykel-i devr-i ravn dahı Züveyle Kapusı’ndaki müdhîş siyâset meydânın izler idi. Mübâlâgâ, kelâmın çâşnîsinden ve bu fakir dahı Géçmez gönül mübâla-gat-i kîl ü kâlden meâlince afv olına, ve’s-selâm. Tahkîk, emîr-i mesbûk, dârda asılup yedi saat mas-lûb kaldukdan sonra den içün ol fâtihü’l-Mısır, şol emîrü’l-münkesîrin cenâzesinde merhûmun tâbûtın bi’z-zât omzına alup topragın atdukdan sonra bir nice gün Kâhire’de kaldı ve mutâdı üzre Mısır’un cümle hü-nerverânına davet kıldı; çünki bir iklîm feth étdükde evvelâ ol beldenin ulemâ ve fuzalâ ve şuarâ ve dürlü ehl-i marifetine ragbet âdeti idi ki Rûm’da bulara bedel âlim ve sanatkâr çıksun bularla yarışsın ve anlarun ilm ü sanatı dahı buların hasedi ile neşv ü nemâ bulsun. Fi’l-hâl Nîl ortasındaki Ravza cezîresinde bir sarây-ı hôş-manzarda meclis-i hümâyûn içün kamu Mısır mat-bahından lezîz ü nefîs taamlar ile sofralar kurulmış, sâz u söz ehli ile her kim ki bir marifeti var Sultân huzû-runa çıkmış idi. Ulemâ telîf kitâblar ile şuarâ pâdşâh medhinde kasîde-i musannâlar ile ve ateşbâz ateşler yutup, cânbâz ipde yürüyüp ve kâsebâz uzun sırıklar üstünde kâseler çevirüben gelüp Pâdişâh-ı Hâtem-i Ve’l-hâ-sıl, Allah celle ve alâ son nefesde sehlen çene ka-pamayı nasîb étsün.Yétişen şey bulmada neşv ü nemâCümle sebze mîve taam ü gıdâİri bedendür cesîm ü toramanMünkesîrdür bil ki kırılmış olanYalınuz dürlü kelimât düzübenÇıkamam ehl-i dilün katına benVezn kılam bu şi‘re taktî‘ eyleyemOkıyan kimseye mahcûb olmayamMünkesîr nazmumı musanna‘ édemVe fevâidüni müheyyâ édemSevr-i felek boga burcına dinürKarn ise ol boganun boynızıdurLâf u güzafa dédiler kîl ü kâlBoş sözi ko hikmete ét intikâlKîl ü kâl zulmetde kor dimâgınıSöndürür boş söz dilün çerâgınıLâf u güzâf götürür dâra bileCânını mümkin mi kurtarıbileKişi nâdim olsa da sözlerineSon peşîmânî vérür mi fâideRivâyet-i MünâsibTomanbay’ı ber-dâr ét-dükleri halat-ı ejderhâ-sı-fat bunu tartmayıp kopup ol dârdan düşüp sâniyen tekrârında halat emîr-i sâkıtı yine taşımayınca sâlisen cellâdlar dayak olup ol cesîmi havada tut-mak ve ayağın bir mikdar yérden kesmegin bu müş-kil işün gerisin melâike-i kirâmdan kâbız-ı ervâh Azrâil-i cân-şikene havâle étmiş-lerdi.
6zamân’ın tapusına yüz sürer, marifetleri misillince lutf u ihsân-ı râvân umar ıdı. Bulara altun ve akçadan mâadâ Sultân’un kendü hilat ve elbise-i fâhiresinden dahı hediyye étdügi vâkı idi.Mezbûr içinde Yûsuf adlu bir civân şebbâz-ı hâyâl yani hayâlî-i musavver var idi ki beyâz perdeye sûretler düşürmekde, çuldan çaputtan, deri ve kumaşdan mer-dümek âdemleri oynatmakda âdetâ mürde bedene cân bahş éden Mesîhâ-veş mucîz bir hikmeti vardı. Pîrin-den gizlüce, -ki ol üstâd, Sultân Gavrî’den çok ihsânlar görmiş idi- Selim Hân’ın huzûruna çıkup, sâbık emîr Tomanbay’ın hîn-i idâmında halatın üç defa kopmasını ve emîrün bir dürlü cân teslîm édememesini temsîlen bir perde oyunı göstermişdi ki mânendi İrân u Turân u Çîn ü Hind ü Hıtâ ve dahı Frenk diyârında görülmemiş acîb temâşâ idi. Sultân bu temâşâdan be-gâyet hazz édüp eyitdi: “Latîf oyun étdün, âferîn,” ve yüzin göstermesin bu-yurdı. Yûsuf, âr u halecândan ârızı âl ve lerzende-hâl, meydâna çıkdı. “Sen ne tâze üstâd imişsin. Akrânun bir mahdûmum var Süleymân. Bu oyunın o dahı sever. Si-tanbul’da ona dahı gösteresin.”Merhûm Süleymân’un adı géçince meclise sıklet çöktü. Pâdişâh dahı dédüginden mahzûn olup şebbâz-ı civâna müsâade buyurdılar. Buyruk üzre iç oglanlar Yûsuf’ı deftere yazup Sultân’un ikrâm u ihsânların tevcîh édüp gönderdiler.Ol civân, pâdişâh meclisin merâkdan mâadâ belki HâmîşSultan yanunda ehl-i hü-nerden altı yüz Mısrîyi Kostantınıyye’ye getür-miş idi. Bulardan yüz neferün adı İbn İyâs’un Bedâyiü’z-Zuhûr’ında mukayyeddür.Şi‘r de ammâ gönle girmez bir zamânVade yéter söz biter çün nâgehânMürde oldın cân bedenden gidicekSâbık oldın bir makâmdan düşicekHîn ü dem ândur géçer göz yumıcakHayf görilesi cihânun hâli çokGüneşi göre mi gözi kûr olanYa Süleymân’a ire mi mûr olanGöre mi aceb Süleymân’ı YûsufPâyine yüz süre mi misl-i küsûfŞâh katına çıkamaz gedâ hemânBî-kes ü bî-çâre aglar durmadanOl huzûra yönelüp tevcîh édüpYol zevâdın pâk azık tercîh édüpYüzini sen âhirete dönesinRâh-ı fenâ azıgın key düzesinTok göz ol sen aldatur çün mâsivâUfk-ı kanâati gözet dâimâVây utanup olmaya ârızun alBerg-i hazân gibi hem lerzende-hâlVakt-i haşr geldükde siyeh-rû-ileÇıkma Hak katına yüz karasıyla
7birkaç akça dahı ihsân alsam cabâ olur diyü sultânın huzûrına çıkdukda oyunınun bu denlü iltifâta maz-har olacacagın aslâ zann étmezdi. Hattâ Tomanbay-ı Âdil’ün Mısır’da itibârı hâlen âlî olup, halk anun idâ-mından be-gâyet müteessir iken bu temsîl ile Sultân Selîm’ün gazabın celb édeceginden korkardı. Yûsuf yol zevâdın düzüp, Akrabâ-yı taallukât u hısm u konşı birle helâlleşüp pîrezen bir anası vardı anun duâsın alup vedâ étdükden sonra nihâyet üstâdı rızâsına varıcak üstâd eydür:“Vefâsız çıkdın Yûsuf, ol sultân-ı âdilün üzerimize hakkın bildügin hâlde nice Selîm’ün katına çıkarsın?”“Dünyâ hâlidür üstâd, bir sultân-ı âdil gider bir baş-ka sultân-ı âdil gelür. Hâl bu iken biz dâim eskinün ya-sın tutup duralum? Hem cihânda sultân-ı âdilden çok ne var.”Üstâd, “Câhilsin, korkarum ham tamah ile perîşân olursın,” dédi ise de Yûsuf dinlemeyüp yola revân oldı. Evvelâ def‘-i belâ ve yol selâmeti içün taşrada fu-karâya tasadduklar eyleyüp İskenderiyye’den ismiyle müsemmâ Nûh nâm bir kapudanın gemüsinde salpa demür édüp muvâfık rüzgâr ile yelken yırtup Allâh’a emânet, bir gün bir gice pupa gidüp Bahr-ı Sefîd ortası-na vardılar. Anda nâgehân, evc-i semâdan bahr yüzine kara bulutlar indi ve el-ân râd u berk gümbürtisinden kapudan u keştîbânun yüzine dahı solgunluk indi. Pu-sula ve kıblenümâ, dümenci birbirine nazar édüp cân bâzârlugına başlayınca gemü üstindeki yolcılara dahı Rivâyet-i MünâsibMısır fethi cuması asker-i İslâm iç kal‘ada Kalavân câmi‘inde dirilüp cuma namâzında Kemâl Paşazâ-de “Hâdimü’l-Haremey-ni’ş-şerîfeyn es-Sultân Selîm Hân ibn Sultân Bâyezîd Hân,” déyü hutbe okuyup Selîm Hân sec-de-i şükr étdi ammâ aşağı şehirde gavgâ ber-devâm idi. Hatunlar evlerinün demür kapuların sedd edüp dam u bâmlar, şâh-nişînler ve revzenlerden gâzîler üstine taş ve top ve ıssı su ve kül ve necâset atarlardı. Nihâyet Selîm Hân Mısır hatunlarına ulûfe tayîn édince aşağı şehr feth oldı. Kelimât-ı Bahriye ve Keştî-bânGemü salpâ demür alur nâgehânPupa gider yelkeni rüzgâr dolanBahr harâretle buhâr olup göğeEbr olur yagmur olur yagar yéreEvc-i semâ göklerün en tepesiRâd u berk şimşek ile gümbürtisiFurtınada kalanun feryâdınaHızr yétişe hemân imdâdınaAk bulutlar bize hôş yagmur kılaFurtınaya dönmeye rahmet ola
8havf müstevlî oldı. Hemân kapudan eydür, “Bre dayı-lar! Ne havfe düşersiz? Allah Kerîm. Mayna mayna!” Yelkenleri indürdiler ve gemü hıffet bulmasıçün herkes yükin deryâya atdı ammâ deryânun çalkantısı gemüyi dögmege başlayup üç gün üç géce rad u berk, zifoz ve salıntı ve kırıntı ve şimşek ve yıldırım ve yagmur ile karışık kar ve dipi ve boran-ıla boguşmakdan mellâh-ların içi taşramış, dizleri bagı çözilüp ayakda durmaga tâkatleri kalmamış idi. Nitekim Bahr-i Sefîd’de bu mi-sillü furtına görilmiş şey degüldi.Fi’l-hâl Yusuf’un hav hadden aşmışdı çünkim ol garîb ü yetîm deryâya âşinâ degüldi ve şinâverlik bil-mez idi, suya düşse âmik-i bahre gark olur, katâ yüze çıkamazdı. İhlâs ipine sarılup Hakk’dan halâs niyâzın-dan mâadâ gayret muhâl; hasta anasın bî-kes kodugına, pîrinün rızasın ve dahı vatanun bıragup nâm u şöhret ummânına atuldugına peşîmân, imdi umk-ı ihtirâsa gark olsam, cesedüm peşîmânluk kenârına ursa ne fâi-de, diyü endîşede idi; nitekim Hâfız-ı Kelâmullah To-manbay’ı düşmânı Selîm’e perde eglencesi étdigiyçün, İnnel insâne le zalûmun keffâr meâlince nankörlükle ham tamah boranında uşda cezâsın bulmış idi. Gâh der-ya temevvüc ile gemünün dört yanında daglar gibi urûc gâhî gemü deryâ dibine gavvâs misli nüzûl éder, yol-cıların kimi bulantıdan istifrâ kimi günâhından istigfâr éder, gemü içre dâim “Âh aşk!” déyüp gezer bir zümre Gülşenî dervîşi dahı deryânun aşk étdügi sille-i rûz-gâr ile bir yana savrulmış sâkit, Yûsuf bu mâ-cerâdan Maraz-ı Ser-sâm içün ilâcdur: Deniz çal-kantısından sergerdân olan gemü âdemi serkile, hâmişe yâ şeytarac dénen otı dögüp asel ile mâcun édüp yéseler muvâfıkdur.Istılahât-ı KeştîbânBu gemü âdemlerinün özge lügatları vardur ve daima gemü yüzinde bi-ribirine bagırup dururlar. Kadı Âgehî, keştîbân lu-gatı ile turfe kasîde dimiş-dür, bu ebyât anundur:Zifoz-ile geliyür dört yanadan bâd-i belâ Emr-i takdîr-ile çeksem elem-i derd nolaHarekât etdi yine cûşa gelüp bahr-i fenâ Dil-i biçâreyi salıntı-yı mihnetde komaGemüci mellâh u keştîbândurÂşinâ yüzmege şinâver dururKurtuluşdur hem halâsun TürkçesiAnı diler fülk-i gamun forsasıBil temevvücdür denüzün dalgasıÂdemi ser-sâm éder çok yalpasıCümle acemîye ol deryâ yüziMâcerâdur furtına ve ayazıÇün yazı yazmak su yüzine muhâlSuya tekke kuranun hâsılı yél
9ümmîd kesmiş bir kûşede sâbit, havl-i cân birle dâim kelime-i şehâdet zikrinde idi.Gemü hıffetiçün sıklete bâis eşyâyı deryâya salmak lâzım geldüginde Yûsuf el-mecbûr perde, hâyâlât ve şemdânını hâiz dagarcıgını bahre ilkâ, bahr azgun bir hût-ı ummân u ejderhâ-yı perrân u bebr-i jiyân olup sandukayı havâda kapup hemân çigneyüp yutuban imhâ étdi. Gemü yüzindeki tüccâr-ı Acem aralarında gavgaya tutuşup kimün çuvalı agır, kimün sandugı hafîf déyü çekişür iken kapudan zôr-ı pâzû ile kamusın deryâya atdurdı ise de gemi yine de sürat bulmayınca mâl ü menâlinden olan tüccâr-ı müisân, Mısır’dan, ıstabl-ı hâssa içün celb édilmiş rahşân u esbâna göz di-küp eydür: “Asıl agır çeken beygirlerdür. Ya anları da salasız yâ-hôd cümlemiz gark olısar.”Kapudan eydür “Bre yazukdur. Rûz-ı cezâ-yı kıyâ-metde hisâbı sorılur. Vallâhi hemân ben o hayvanâtın günâhına girmem. Beklen, sabah ola hayr ola,” dédi ve cümle, dalgalara kapulup yétmeyem diyü kendüzin bir saglam direge baglayup sabahı zôr étdiler. Tahkîk, tan atdukda mülâyim bir rüzgâr kara bulut-ları tagutdı. Belki hayvânatın cân emânı hörmetine Al-lah yarlıgayup cümlesin bu vartadan halâs étdü vallâhu ya‘lemu ve entum lâ ta‘lemûn.Sabah vakti Cezâyir-i Bahr-i Sefîd üstindeki hôş-manzâr evlerün beyâz dîvâr ile mâî kapuları ve dahı zeytûn agaçları ile müzeyyen bâgçelerine iltifât étmeksüzin kamu gemü halkı mâl canun yongasıdur Bebr: Aslan-ıla kaplandan dogma kuvvetce cümle vuhû-şa galebe çalar müdhîş vahşî mahlûkdur. Mahir avcılar bu-nun derisinden kalpak yapup géyerler.Ejderha: Kanatlu, dört ayak-lu, yedi başlu bir mahlûk olup nefesi âteş-bârdur.FevâidBu cezîre evlerin beyaz éderler ki yaz harâreti degmesin ve dahı kapusın maîye boyarlar ki akreb mâîye kûr olup anı kızıl görmekle âteş sandugı içün yaklaşmaz imiş.Bebr-i jîyân gibi kükrer ise nefsAnı edeb kafesine eyle habsKanat açup murg-ı ‘ömr perrân olurGün gelür dâm-ı ecele râm olurFâidesüzdür ölince mâl ü nâmBahr-i fenâya atup ilkâ dé hemHût: Yûnus aleyhi’s-selâ-mı yutan azîm mâhîdür. Yunus nebî Ninevâ hal-kına Allah buyrugun ilet-meyüp kaçmak üzere bir gemüye bindükde, furtına eyyâmında kurrâ çeküp adı çıkınca denize atmış-lar, deniz içre bir mâhî anı yutunca ol mâhînün kar-nunda üç gün üç gece kal-mış ve duası üzere Allah teâlâ anı mâhî karnından halas itmişdür.
10muktezâsınca eşyâsın gemüye çıkarmak gayretinde idi. Deniz yüzinde görinen çuval ve sandukalara kimi halat atmaga kimi sırık, kullâb ve ne buldı ise anun ile çekme-ge meşgûl, Yûsuf ise dagarcıgın bulımamakdan melûl, Allahu ‘alem gark oldı yâhôd kenârâ gitdi, déyü ara-yup dururken gemü yüzinde bir garîb âdem dahı vardı ki gözin deryâdan ayurmaz ammâ mâl kurtarmaya da gayreti yok; Yûsuf ana suâlen:“Aga şuncılayın bir dagarcık gördin mi?”Harîf, dîvâne gibi deryâ yüzinde batup çıkan kûçek bir tahta gemüden gözin alamaz idi. Meger ki ol dîvâne, asâkîr-i âl-i Osmân’dan imiş ve Mısır fethinden sonraki yagma eyyâmında bu deryâ yüzindeki oyuncak gemüyi kardaşı oglına götürmek üzre bir yetîmün elinden al-mış. Furtınaya ugrayınca ol Kâhireli yetîmün âhı ile kahrolmaklık havfından bî-hûş, artuk bu cihândan git-meli oldum diyü Sitanbul’a emn ü selâmet içinde vara-bilecegini sanmazmış. Âdem eydür:“Tövbe billâh, kîsemde bir mikdâr yagma altunı kaldı, selâmet ile sâhile çıkarısam gördügüm dilenici-ye, dervîşe tasadduk kılam,” dédi ve Yûsuf’dan suâl étdi: “İmdi sen ne gâib étdün de ararsın. Zarârun çok mı?”“Perdem, hayâlâtım, şemdânum gitdi. Ben şebbâ-zum. Bularsız sanatum icrâ édemem. Sultân Selîm, şehzâdesi içün bir oyun sipâriş buyurdı, mutlakâ icâbet lâzım ammâ perdesiz n’iderven bilmezem.”“Şehzâde içün? Ammâ Süleymân öldi. Sultân, Bos-Gemü-ye bindükde okunacak duâdur ki Resûlullâh, sallallâhu aleyhi ve sellem okurdı:Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî le-Gafûru’r-Rahîm.Tanrı Allâh en iyi bilen alemDéme ben de âkıbeti key bilem Ol sebebden ânı yaşar ehl-i hâlDün bugün ferdâ anunçün hep muhâl Ehl-i hâl olmak déme hîç kolay işDâimâ sen azm-i tedbîre düriş Önce tedbîr sonra tevekül imişCümle işde hem anıhtar hem biliş Mutlâka takdîr bozar tedbîrümiDiyüben tutmaz isen bu sözümi Yûsuf-ı Şebbâz gibi furtınadaÇırpınup bahrde kalursın vartadaDer-Tarz-ı Hayâl-i MemâlikMemâlik-i Memlûk’un hayâlâtı Rûm’dakinden özgedür, hayâlî ademle-rün boyı gerçek âdemün béline kadar gelür ve ol hayâller Rûm’daki gibi elvân olmayup siyâh ve beyâz reng ile iktifâ éder-ler. Âdemden mâadaâ deve, pîl, sütûr, keştî gibi acâyib sûret gösterürler.
11tancıbaşı’na teslîm étmiş dédilerdi.”“Vallâhî haşmet-meâb kendözi dédi, Süleymân dahı oyunını sever, ana dahı gösteresin, buyurdılar.”“Tuhaf tecellî. Sonra, şehzâde Hakk’ın rahmetine irtihâl étdi, nice eydürsin, démesin? Sultân yavuzdur, gazâbı katı cengden eşeddür ki ben çok gazâda bulın-dum eylesin görmedüm. Allâh saklaya…”Ol harîf, meger hâs solaklardan imiş. Sultân Mısır fethinden sonra Nil ortasındaki Âdiliyye dénen kasırda konaklar iken uykuya vardukda kapusında iç agalar ile muhâfızlıkda imiş. Gece on nefer birden hâb gâlib gelüp uyhuya kalmışlar. Onlar uyudukda bir dâyî Nil’den gemü yürüdüp kasra yanaşup gemü direginden dâire-yi hümâyunun revzenine tırmanup Sultân’un cânına kasd édecegi vakt Sultân uyanup andan evvel kılıcına dav-ranmakla dâyî emân déyüp geldügi gibi pencereden atlayuban gâibe karışmış. Sultân kendözin taşra atup ol muhâfızları uyur gördügi vakt azîm gazâba gelmiş, ‘Bre cânumı emânet étdügim hâlde siz nice uyursız!” déyince agaları eydür: “Sultânum vallâhi vâkıamda Hz. Resulullâh’ı gördüm, bana dédi ki: ‘Siz râhat olasız, Sultân emîndür.’” Meger Sultân’un dahı vâkıasına Hz. Risâlet-penâh girüp anı tehlikeye uyandurmış. Hatta aynı gece Emîr Tomanbay’un dahı rüyasına girüp Sultân’a teslîm ol buyurmış. Selîm Hân, Hazret-i Resûl’ün yüzi suyı hürmetine muhazları katlden vazgéçüp, azletmekle iktifâ étmiş. Agaları, “Gamlanman pâdşâh, bizi yine Rivâyet-i MünâsibVüzerâdan Pîrî Paşa kiGöge savursalar külümüz/Hazret-i Hakkadur tevek-külümüz, beyti meşhûrdur, Selîm Hân’un şiddet ü ga-zabı ile cânundan usanup eydür:“Pâdşâhum, korkaram bir sebeble beni öldürürsiz. Hemân bir gün evvel azâd itsen münasipdür.” Selîm Hân gülüp eydür:“Benüm dahı murâdum oldur lîkin yérin tutar bir âdem bulınmaz. Yohsa seni murâdına érişdürmek âsândur.” Der Tabîr-i Rüyâ-yı SâlihHâbda Hakk Teâlâ haz-retin ve feriştehleri ve peyġamberleri gören şâd olur, yad tabîr édilmez. Hâb uykı anda vâkıa rüyâ Uyku vérür çeşm ü rûhâ key cilâ Havf ü hatar dédiler hem korkmayaEhl-i tedbîr âkıbetden korkmayaKorkulu düş kâbus u karabasanKorku yok bakmaz isen harama senBakarak karaya rûhun karanurÇeşm-i kalbün karalara sıvanurKalb safâsı güzele bakmakladurDéme ki su alçaga akmakladur
12afvedüp sarâyına kor,” dése dahı ol âdemin artuk havfe, hatara tâkati kalmadugından pusatların deryâya ilkâ ve demürden el yumakla imdi, “Bir dahı ne kılıç yüzin ne deniz yüzin görmem,” déyüp askerligin ilgâ étmiş idi.Solakun anlatdukları Yûsuf’un zihninde ay tolunup karanuda hârelenür gibi tebâdür étdi. Ve ol garîb âdem bu rivâyât-ı acâyîbi naklden sonra yolcılık boyınca bir dahı ortalıkda görinmedi belki ricâlü’l-gaybdandı, ve’s-selâm.Gemü Halîc’e demür atdukda hayalcinün ilk naza-rında Stanbul bir tuhaf renkler şehri idi. Mısır’un sah-râsı ve kireç taşından safrâsı ile Nîl’ün çivîd mâisi dün-yâda gayrı yérde görilmez dérlerdi ve işitdügi cümle özge diyârın hâs renkleri Yûsuf’un gönli gözine nakş olınur idi ammâ Sitanbul’un eyle hâs ve göz görmemiş bir rengi yog idi lîk dünyâda her ne renk var ise anda cem olmış ve bir nazarda cümlesin görmek belki ancak yine Sitanbul’da mümkin idi ve cümle sesin dahı ayruk rengi var idi ve cümle âdemün özge tavrı, ve’s-selâm. Yûsuf gemüden inince evvelâ Balkapanı nâm azîm hânda bir hem-şehrine mihmân oldı; civân, Yûsuf’un, merhûm Şehzâde Süleymân’a temâşâ tertîbini işidin-ce gâyet taaccüb étse de “Vardur bir hikmet,” déyüben Yûsuf’a, oyunun icrâsı içün lâzım gelen âlât u edevâtı temîne yol gösterdi. “Sultân içün déme bahâlı çıkar-sın ve dahı kimseye oyunın gösterme ugrularlar,” déyü anı Tahte’l-kal‘aya gönderdi. Esnâf-ı Rûmîyân’dan tabbâk, derzî, kandilci ve dahı niçesi Memluk u Çerâ-Dé tebâdür zihn içünde togmayaDehrde ne var önce zihne togmayaDer Vasf-ı Elvân-ı SitanbulBi’l-hassa Tahte’l-kal‘a’da ve Mahmûdpaşa Çârşûsı’nda ve Mısr Çarsûsı’nda gûn-â-gûn attâr dükkânlarında, Acem ü Arab’dan, Hind ü Sind’den, Çîn ü Maçîn’den gelen sülü-ğen ve zincifre ve lök ve üs-tübeç ve laceverd misilli bo-yalar alınur satılur; şehre bu resme, elvân hemân revândur ve her semt dahı meşrebince bir renge ve âle mülevvendür.Tavsîf-i Balkapanı HânBalkapanı hânı azîm hân-dır kim gûyâ bir kal‘adır. Esâsı devr-i Bizans’da atılmışdur. Bir zamân Balyosların mahalli idi şimdi cümle Mısır tüccârı ol hânda egleşürlerGölge temâşâsınun adı hayâlUstadur şebbâz perdedür mahâlPîrleri hem Hazret-i Şeyh KüşterîOl güneşdür ehl-i diller MüşterîÇün hayâl rûha safâ ‘ayne cilâEhl-i irfâna olur ibret-nümâPerdede sûret bulan her ne olaDünye ahvâlüne işâret kılaBu cihânun hâli de perde misâlSırrı görmek isteyene hôş mesel
13kisedendür déyü Yûsuf’un lehçesin istihzâ étdi, kimi Mısır’da İmâm Hüseyn’in kafa-i şerîni depeleyen Yezîd’ün neslinden misin déyü harf atdı, kimi ise merâ-mın hîç anlamadı... Yûsuf eline bir çubuk alup imâl olı-nacak hayâlleri topraga çizerek tarîf étdi. Fi’l-hâl beyâz perde, tunç şemdân ve şem-i kâfûr ve deve sahtiyânı ısmarladı. Hâyâlatın nakşı içün elvân boyalar satun al-dukdan sonra bezzâzistânda Azîz’e mülâkî olup ahşam taâmı içün ber-â-ber bir bozâhâne dükkânına vardılar. Dükkânın kûşesinde bir tennûr var idi. Bu tennûrda Arnavudlar bir yandan ciger ve kara talak ve böbrek ve pençeviş ve yürek ve şirden ve ciger köftesi kebâbı pişirir iken ol bir yandan masharalık éder müşterî bu-larun mutâyebesine gülmekden karnın doyuramaz idi. Yûsuf eydür:“Birâder, beni bir perde oyunına götüresin. Görem, Rûm hayâlcisinün nice hüneri var imiş.”Azîz, “Seman ve taaten kardaş, At meydanına gide-vüz,” dédi ve yolda Yûsuf’a tenbîhen dikkâtli olmasını sağlık vérdi çünki, “Ol hengâme-i izdihâmda bin dürlü cânbâzın âcîb oyunı vardur. Temâşâ éderken âdem gâl bulınup hemyânkesiciler bazı eblehân-ı gâlânın ceb-lerine el atup niçe ahmak âdem el-ân ias eder, gâyet dikkat lâzımdur.”Yûsuf cevâbında eydür, “Rûm ugrısı gözden sür-meyi çalar dérler ammâ bilürsin bizüm Mısır ayyârı, sürmeden gözi çalup göz yérinde sürmeyi bırakur.” Ve Rûm’da ne kadar hokkabâz ve cânbâz ve kumâr-Evsâf-ı Perde ve HayâlâtHayâl perdesi beyaz olur ve ışık içün yag kandili veyâhôd mum yakarlar. Hayâller sahtiyândan, bi’l-hassâ deve derisin-den biçilüp dürlü istimâl ile şeffâf édilür. Reng ü nakşın kök boyaglar ile ururlar. Ufkî çubuklar ile ol hayâller müteharrik olur ve dahı amûdî çubuk vardur ki adına fırdöndü dérler. Şebbâzân, gazel-liyâtda remz ile perdeyi dünyâya, perde arkasın-da görinen hayâlleri fânî dünyâ sûretine ve anda géçen vâkıâtı dünyâ hâli-ne teşbîh éderler.Âdî Ciger BişmesiArnabud cigerinden maa-da bir de ciger bişmesi var-dur ki yarı siyâh ciger, yarı yürek, susuzın tâbede bir mikdar âteşe kona. Gayrı bir tâbede so-ğan, yağ ile kavrula. Badehu soğan alınup ciger tâbesine kona, ikisi bile pişüp kırmızı oldukda su eklenüp tâbenin kapağı kapana, karârınca bişe.Ey ogul kız dikkat et ugrılaraKimsenün mâlına sen de göz komaKendüzin şehrün kalabalıgınaBırakup gidenlerün bak hâlineHalkı şehrün cümle hep ayyâr olurSûret-i hak görinüp mekkâr olurKişi kendünden emîn olmak hünerAl ile lîk kurdı da tavşân yenerSen yine de hîle râhın tutmagılHakka girme de var ebleh ol bön ol
14bâz ve kâsebâz ve resenbâz ve kuklabâz ve şebbâz ve hayâlbâz ve hîlebâz ve parendebâz ve âteşbâz ve may-mûnbâz ve ayıbâz ve matrakbâz ve kemendbâz ve yı-lanbâz ve kuşbâz ve âyînebâz ve kellebâz ve’l-hâsıl dünyânın hünerverânı ve ilm-i sîmyâya mâlik veled-i zinâları mahâretin göstermek içün At Meydânı’na va-rup hayemât u çârsû-yı bâzârlarda her diyârın hânen-degân u sâzendegân u rakkâs-ı mutribân u kaşmerân u mudhikân u meddâhân u gazelhânı çalup söyler. Yûsuf ile Azîz bir çaderden ol birine girüp anda Karagöz ve Hâcivâd ve Bekrî ve Arab ve Arnavud ve Beberûhî ve dahı nice taklîdler temâşâ étdiler ammâ Yûsuf’un dimâgı Rûm’un perde oyunı ve zıll-ı hayâl tarzından aslâ lezzet almadı ve ol koca koca âdemler bu herzelerün neyinden hazz éder, bilmedi. Bir şehr ogla-nı ile bir câhil Kıbtî’nin muhâveresinden mâadâ Hacî Evhâd laf sokuşturdukça ol bir Karagöz Bâlî dahı anı tokatlayup durur. Azîz dahı bu becbeceye gülmekden yérlerde yuvarlanmışdı. Yûsuf’un sükûtı ana acâyib geldi, su’âl éder:“Ne o birâder sevmedün mi?”“Neye gülersiz anlamadum. İki merdümekün münâkâşasından ibâret laklaka. Kanı bir tuhfe temsil, kanı bir özge hikâyât? Rûm’un hayâlbâzlıgı bu m’o-laydı?”“Sen bîgânesin anlamazsın. Rûm’un temâşâsı öz-gedür. Bu hayhuyun zevkine varmak içün Karagözler içre bir niçe yaşamak lâzımdur. Alışdın mı mudhikeden Rivâyet-i MünâsibŞuarâdan İshak Çe-lebi, kâsebâzlar uzun çu-buklar üzre kâse çevirüp bir yandan anun gazelle-rin okur iken gayet mü-tehazziz olup: “Şiirümüz olmasa idi bular ne okur-dı bilmezüz,” dér. Anda yârândan biri işidüp: “Asıl kâsebâzlar olmasa senün şiirün kim okurdı bilme-züz,” diyü mütâyebe idüp gülüşürler.Evsâf-ı At MeydânıAyasofya karibindeki bu azîm meydân Devr-i Bi-zans’da Hipodromos din-mekle marûf imiş. Orta yérinde menzil olmak üzere üç sütûn vardur ki kudemâ anları Mısır’dan getürtmişdür. Ol meydân-da at yarışdururlar, ol üç sütûn dahı yarış menzil-lerin bildürür imiş. Âsi-ler ocagı olmakla bu meydân-ı kıyâmet hakkında:“Mülk-i Bizans’da tan-rı Ayasofya’ya, Kayser sarâya, halk dahı hipod-romos’a sâhibdür,” sözi darb-ı mesel olmışdur.Mudhike gülünç ve latîf temâşâDarb-ı mesel ata sözi ve kıssaMudhike olmamak içün âlemeMasharayı rehberün sen bellemeGülmeden de édemez ya bu gönülOrtayı tavrında bul koma usûlIyş ü işretün dahı vardur çagıOl sebebden çekme hemân ayagıHôş yaratmış anları sun-ı ezelDünyede her şey zamânunda güzel
15niçe ibret çıkarursın. ”“Yine de çok laf édersiz Azîz, sen dahı Rûmî âdetin tutmışsın birader.”“Belî, belî kardaş. Ammâ kamu iş söz ile yürür. Sen dahı oyunına söz ile çâşnî kat, hattâ şiir dahı söyle. Rûm’da şairi el üstinde tutarlar, her tîre meclisi şem‘-vâr aydın édersin. Anunçün mutlaka bir perde gazeli diyesin. Hattâ öyle bir gazel tanzîm ét ki muammâlı ol-sun, içinde Selîm adın gizleyesün. Sultân pek severmiş. İhsân buyurur, anunla dünyâlıgın édersin. Türkî gazel dimeye kudretüm yok dér isen dahı beis yok Bâyezîd Câmii karîbinde bir şâir çelebi bulur yazdururuz.”“Bir gazelcik démekde ne var, kendüm éderüm. Ammîmün çok dîvânı vardı, okurdum, gazelliyâtın-dan çogın defterüme kayd étmiş idüm,” déyüp Azîz’ün ögüdin tutdı ve Rûm’da Rûmî gibi amel ét, darb-ı mese-li muktezâsınca bir perde gazeli tanzîmine dürişdi. Per-desin kesdi, sahtiyândan hayâl biçüp allı yeşilli boyalar nakş ile âdem sûretleri vérdi; murassâ gazeliyle hâyâ-latına Mesîh-sıfat rûh üeyüp anları cân-bahş kıldı ve dahı ol hikmet-nümâ gazelün muammâ beytinde Selîm ile Süleymân ismin berâber gizledi. Şiir:Be-Nâm-ı Selîm ve Süleymân Meclisüñ ayagına kalb-i mey ile ân gelür Âkıbet rûşendür ammâ ân gibi pinhân gelürMemlûk tarzınca bir oyun göstermek niyyetinde iken, Rûm hayâlcilerini taklîden bir ranâ gazel démek gayretinde hayli saat mürekkebile hem-hâl olan göz- Karanu tîre ve şem-vâr mum gibiGölge tâkibde rakîb-i şûm gibiNesnenün yakınıdur karîbi çünGurbet imiş dünye garîbler içünSözlerümün hikmet ü esrârınıŞerh ü beyân eyle ki manâsınıAnlayup sen müstefîz ü müstefîdOlasın hem hikmetinden mürtefîdTarîf-i MuammâMuammâ bir dürlü şiirdür ki esmâdân bir isme delâlet éder. Dürlü usûl ü amâl-i muammâyî ile ol ismün hareri şiirün lafz u manâsından tahsîl édilüp ism-i pinhân âşikâr olur.Hall-i Muammâ-i YûsûfMuamma ameliyesince “mec-lis”ün () ayakları olan lâm ve sîn hareri ile “mey”in () içindeki mîm ve yâ, “kalb” işa-reti ile taklîb idilüp yani ters çevrilüp «ayagına gelmek» işareti ile ol maklûb yâ, mîm; sîn ile lâm’un ayagına gidüp birleşür iseler Selîm () adı zuhûr éder ana dahı «ân gelür»se Süleymân () olur.
16lerine kara indi, uyhu bedene gâlib geldi. Ol gice şiir hânesinde Yûsuf’un yastıgı bir kâgıd idi, anda uyhuya vardı. Vâkıasında, Tomanbay-ı merhûmı kavî zencîrle mukayyed hâlde bir ulu kapu éşiginde gördi, ardında bin nefer askeri dahı zencîre vurulmış idi ve yerlerin-den deprenmeye tâkâtlari yokdı. Merhûm Emir eydür: “Yûsuf, beni Selîm’e karşu getür. Andan sorulacak hesâbum vardur!” Ertesi, Yûsuf uyandı ammâ vâkıasın unutmışdı tâ ki işin ele aldukda ol hayâlî âdemlerün ipi çubugı girifte zencîr gibi birbirine dolaşup ne saga ne sola götürmek mümkin olmayınca hâbde Tomanbay’un didükleri hâtı-rına hutûr étdi, “Allâh âkıbet hayr étsün,” déyüp hal-vet-der-encümen kesüp biçmede, yazup çizmede kaldı.Géce bir dahı Tomanbay’ı, elinde bir ucu boşta zen-cîr var iken gördi, Yûsuf’a eydür: “Azab zencîri ham tamah zencîrinden yegdür. Sen iltifât görmek ve gö-nüllerine girmek içün Rûmî âdetin tutup anları taklîd étme. Dédügümi tut. Selîm’e karşı gelem, ana déyece-güm var.”Yûsuf bu vâkıalardan gâyet müteessir, gemüdeki dîvâne harîf misâli Halîç’den Galata’ya géçen kayık-ları izleyüp dururken pîrün sözin tutmadugına, tamah-kârlıgına peşîmân idi. İmdi ya Sultân’un gönline göre bir oyun göstermekle dünyâlıgın yapup âhirette azab zencîrine vurılısar yahôd emîr-i merhûmun didügin tutup Sultân’un gazabın celb étmekle dünyalıgın yıkup cennet kasrına mâlik olısar. Fânî dünya mâlından ise Bil ki tâbir édilemez her rüyâBelki gaybdan bir işâret ü îmâGâh hayırlı gâh şerîr haberleriDéme dalup çıkaram düş gevheriDüşe dalmakla bulınmaz çün sadefGerçek acı ve katıdur maalesefSen de rüyâlara aldanmayasınDâimâ hakîkat üzre olasınİnanasın gözine âyân olanaVâkıânı hôş görüp hayr gele déŞol ki halvet der-encümen bilinüzKalabalıklar içinde yalınuzHalvet ü hengâme aña bir olaVar ve yok az ve çokı aynî bileÇeşm ile konışa kalb ile göreSöz ile susup sükûtı işideFarksızdur âhiret ü dünyâ bileAkl u kalb bir şol harab bünyâd ileBir garîb hâldür yanî dervîşe hâsMâsivâdan böyl’olur ermiş halâsHikâye-i MünâsibŞuarâdan Şem’î ile Mesihî Galata’ya gidüp güzeller seyri içün bir kilîsâya ugramış. An-larun hâlin gören biri démiş: Galata’da Mesîhî deyre gitmişMeger Şem’î anunla birle varmışİşidenler galat idüp dédilerMesîhî kilîsâya mum iletmiş
17ebedî saadet yégdür, dédi ammâ cân tatlı muktezâsın-ca hem Tomanbay’un hakkın teslim édüp hem dahı Sultân’un takdîrin görecegi bir tarz-ı temâşâ icâdına dürişdi ve baksa görmez, dinilse duymaz, yidügi içdü-ginden hîç lezzet almaz hâlde bir nice vakt kaldı. Azîz, dürlü eglenceye ve Galata’ya güzeller seyrine davet étse de dünyâ Yûsuf’un gözinde bir kemter zerre degül idi. Azîz eydür: “Bunca kaygu çekecegine, huzûra çıkmakdan vaz-géç kardaş. Koca sultân, bir hayâlci peşine düşecek de-gül a. Seni bir gemüye koyavuz. Biraz çalış sermâye kesb ét, sonra ticârete girersin. Andan sonra dengince bir zevce alup evlenürsin.”“Ya bunca hünerüm boşa mı gitsün birâder.”“Hünermiş, be bak, be bak. Cânundan kıymetlü mi?”Yûsuf, cân hayvânda dahı var hüner eyle mi, déyü istifhâm éderken taşradan bir patırtı ile martı gulgulesi kopdı. Boyaları kurumasıçün revzene asdugı hayâllere ol denlü canlu sûretler nakş urmış idi ki aç martılar ba-zısın kapup götürmiş ve bazısın didikleyüp perîşân ét-miş idi. Ol hâl-i perîşân ile Balkapanı’ndaki hücresinün revzeninden minkârında hayâlleri ile Halîc’e kanat çırpan martılarun ardından bakakalmış idi ki el-ân bir furtına kopdı. Deryâ yüzindeki koca kadırgalar tahrîk-i temevvüc ile oglan oyuncagı gibi batup çıkmaga başla-dı. Bu manzara Yûsuf’a sefîne yolcılıgındaki furtınayı, yeniçerinün oyuncak gemüsini ve rivâyetündeki Sultân Der Vasf-ı GalataSen dürr-i yek-dâneye keştî olur güyâ sadef ‘Azm-i deryâ eyleyüp gitsen Galatadan yana Yahy âRind iseñ meyli koma câm-ı musaffâdan yaña‘Ârif iseñ götür ayagı Galatadan yaña RevânîAldı gam çünki Sitanbulda gönül kal‘asını Varalum biz de Galâtâ’yı hisâr eyleyelümRevânîAdın anmaz idin sofî dahı rdevs-i a‘lânun Eger ra‘nâların görsen Sitanbul u Galata’nun HayâlîÜsküdar’a varalum deryâ yüzinden géçelüm Gül gibi varup Galata’da mey-i nâb içelüm Mâzî ve müstakbeli koyup géçenden géçelümÉy gönül gel ‘azm-i taht-ı âl-i ‘Osmân édelümLivâyîEvsâf-ı HalîcHalîc, bir denüzdür ki Frenk-ler ana altun boynuz dérler. Kostantınıyye içre bir emîn limândur, cenûbunda Sitanbul ve şimâlinde Pera olmakla iki dünya arasında hôş temâşâdur.
18Selîm vâkıasın aklına düşürdi. Eger Yûsuf, bu vâkıa-nın manâsın bi-hakkın perdede gösterür ise hem tab‘a mülâyim bir temsîl hem merhûm emîrün hakkın teslîm ve hem dahı Sultân’un sihâm-ı gazabından kurtuluşı temîn éder idi.Tekmîl üç gün üç géce uyhusuz kalup mezbûr vâkıa üzere bir temsîl ile yeni hayâllerin tamâm étdi. Sarây agasına kendözin takdîmden sonra pâdişâhun buy-rugın eydür ki şehzâde içün temsîl göstermege huzû-ra çıkabile. Aga eydür: “Sen ne didügin bilür misin. Şehzâde hakkın rahmetine irüpdür. Şehzâde içün zıll-ı hayâl temâşası mı? Kim étdi sana bu kârı teklif?”“Bizzat hazret-i hilâfet-penâhîleri Kâhire’de Sitan-bul’a bizimle bile gelesin oyunın Süleymân’a dahı gös-teresin, buyurdılar.”“Acâyib hâldür. Sordurayın, Bostancı Agası icâzet buyurursa seni huzûra çıkarırın ammâ anda sultân, ga-zaba gelürse sana ne idecegümi dahı bilürüm. İmdi git.”Aganun takâzâsı ile hav hadden aşan Yûsuf, temsî-lün hâzırlugına meşgul oldı ki efkârı dagılsun ve belki gam u gussadan bir nebze râhat bulsın. Bazı kelîmâtı, Türkî’de nice tekellüm éderler duymak içün çârsû-yı bâzâra, dükkânlara gitdi; anda esnâf ile müşterînün, âşinâ ve bigânenün sohbetlerün dinledi, bilmedügini: “Aga Türkî’de seyfe ne dirler? Sefînenün müterâdi n’ ola,” diyü soruban ögrendi ve sahhaftan bir kitâb aldı ki anda elsîne-i selâseden Farsî ve Arabî ve Türkî kelimât şiir gibi silk-i nazma çekilüp der-kenâr édilmiş idi çün Tîr ü ok sehm cem‘i de sihâm olurTîr-i müjgân ile dil ârâm bulurRivâyet-i MünâsibMeger, Sultân bir hîn-i gazabda evlâddur déme-yüp Şehzâde’nün katline hüküm vérmiş idi. Kezâ-lik, Süleymân’ı Bostan-cıbaşı’na teslîm étmiş ise dahı Bostancıbaşı vâris-i taht yérine gayrı bir oglan katl ve şehzâdeyi tebdîl-i kıyâfet ile Papas Korısı karîbindeki bâgçede giz-lemiş idi.HâmişMemlûkün lîsânı Kıpçak Türkîsinde bazı kelimâtın tekellümi ayrudur. Misâl: Güneş démezler “kuyaş” dérler; taşra getür yérinde “taşkarı keltür”; söyleye-ne “söylevüçi” dérler; Gemü, “keme”; ekmek, “ötmek”; nasıl, “neçik” ilâ âhir...Gemüye sefîne seyf dé kılıcaArabî takâza dé serzenişeSilk-i nazm koşuk ipi şi‘r dizisiDerkenâr sâhife yanu yazusıBil el-intizâr eşeddü mine’n-nârBeklemek âteşde yanmakdan beterBekleyenün gönli mum gibi yanarHecr-ile gözine kanlu yaş inerİntizârdan dahı eşedd yok cezâNe ise hemân olup bitsün ezâ
19oglanlar medreseye gelmezden okuyup bir iyice talîm éde. Davet-i şerî bekler iken ol kitâbı defâatle okudı, temsîlin tekrâr-ale’t-tekrâr étdi. El-intizâr eşeddü mi-ne’n-nâr kavlince yédi gün yédi géce uyhu yüzi gör-medi, gözleri kan çanagına döndi. Azîz, hâl-i perîşâ-nına dermândur, râhat-ı cân u ilâc-ı hafâkândur déyü Yûsuf’a kâgıda sarılı bir macûn yutdurmışdı ki el-ân nihâyet iç oglanlar Azîz’in hücresi kapusına dayandı. Yûsuf’ı ber-â-berlerinde kayıga koyup sarâya götür-mege azm étdiler. Azîz eydür:“Bre Üsküdâr’a mı géçersiz, sâhil boyı kayukla mı gidilür. Eyle iş mi olur.”“Hah! Lala dîvân eyledi... Anı biz de bilürüz ammâ Bostancı Agası bi’z-zât geldi, halk içinde yürimesi muvâfık degüldür,” buyurdılar. Azîz, hayrdur inşallâh déyüben Yûsuf’ı Allâh’a ısmarladı, helalleşdiler.Kayuga bindükde koca sakallu aga Yûsuf’ı başdan ayaga süzüp eydür: “Sana Süleymân adın kim vérdi?”“Sultân kendözi dédi.”“Mısır’da?”“Belî, Kâhire’de.”“İmdi... Gözini baglayavuz ki kapuları belleme-yesün,” dédi gözine kara bir örti baglar iken aganun sovuk eli Yûsuf’un bogazına degince ol civân Azrâil yoklamış gibi irkildi. Yûsuf’un gözi görmez ve dahı kulakları, suya batup çıkan küreklerden maâda ses işit- Bâ-vücûd-ki saray halkı içinde pâdşâhdan gayrı sakal komaya ruhsatlu yalnuz Bostancıba-şı’dur.Şerh-i Hâl-i Perîşân-ı YûsufBazı tiryâkîler efyûnun tesîrin sonradan hissétmek içün kâ-gıda sarup yudarlar. Bi’l-has-sâ Ramazan orucı dutarken sahûrda bu herzeyi yérler ki gün ortasında kâgıd midede eriyüp tiryâk kana karışdugı vakt efyûnum patladı dérler.Sıkıntı Vakti Okunacak Duâİnşirâh sûresidür: Bismil-lâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.Elem neşrah leke sadrâk.Ve vada’nâ ’anke vizrâk.Elleziy enkada zahrâk.Ve refa‘nâ leke zikrâk.Feinne me’al‘usri yusrâ. İnne me’al‘usri yusrâ.Feizâ feragte fensab.Ve ila rabbike fergab.Evsâf-ı BostancıbaşıBostancı déyü sarây bostânlarundan mesûl memûra dérler ve bularun bâgce-bânlukdan mâadâ dürlü işleri vardur ki aga-ları Bostancıbaşı pâdşâ-hun kayıgunun dümenin tutar ve dahı Adalar ile Bogaziçi’nün âsâyişü-ne bakar, yalılara ruhsat vérür ve sarây içre olan idâmları infâz ider.
20mez hâlde deryâ yüzinde bir niçe gitdiler ki ol géçen vakt müddetince Sarâyburnı’na defâatle varup dönilür idi. Bogaz cânibinden ve kıbleden ve dogudan ve batı-dan ecûc râyihâlı bir yél burnından girince teninde hissi çekilüp ol garîb rûzgâr ile Yûsuf’un aklı başdan gitmiş idi, eydür:“Aga gérüsi âsân olur mı dérsin?”“Kayuga bindükden gérüsi âsân olur...” Ve ol seyr ü sefer bin yıl sürmiş olsa dahı gérüsin hîç hatırlamadan Yûsuf gözin bîrûnda açdı. Kıyafetin degişmiş, imdi beyâz ihrâmlar içünde idi. Bîrûnda iki zebellâh aga gelüp biri azarlayuban ol biri mülâyim-ce âhiret sorgusına çeküp defterün dürüben kolı altına vérüp gayrı bir aga -ki boyı iki üç âdeme denk ve başı evc-i semâya dayak olmagın yürür iken yüzin görmek aslâ kâbil degül idi- Yûsuf’ı alup pâdişâh ve vüzerâ ve ümerâ ve nüdemâ huzûrında usûl-i erkân nice olacagın bildürdi.“Kangı oyunı édersin, hammâm mı, üç eşkıyâlar mı, Arnavud mı?”“Oyunum özgedür. Karagöz taklîdin étmem.”“Mere görevüz niceymiş senün özge oyunın,” dé-yüp Yûsuf’ı hâsbâgçeye, padişâh mahzarına götürdi ki çâr taraf lâle-i lal-fâm ile murassâ, şah-ı güller içinde bülbüller gûyâ, ol bâgçe ortasındaki havz-ı kevserde mâh-tâba karşu ayân-ı hûrân mücellâ, mutribân elinde çeng ü nây u def müheyyâ idi ve hûrî ve gılmân-sı-fat sâkîyân, hâzırûna câm-ı minâ içre mey-i ham-Vüzerâ vü ümerâ vü nüdemâPaşalar bey arkadaşlar bâ-safâMuʻteber ü muhteremdür evvelâMüntehâb u mugtenemdürler gûyâAyırd étmezler ârifden câhiliHüsn-i tedbîr mi ne hükm-i âdiliKûr göz bozuk izân yok meşveretİltifâta tâbi degül mârifetKim bulır bundan alâ memleketi Emn ü selâmet ü izz ü râhatıSen yine işinde daimâ dürüstKal tevâzûyı seç olma hôd-perestEhl-i kibirden sakınasın sözinKonışurken ola kapuda gözinBulımazsan ger kaçmak fursatıSusmaz ölsen yine kaçmaz râhatıOl sana bin dése sen bir démeBenligin koşma tekebbür édene Çünki gavgâya çıkar işün sonıSen tevâzu ile savuşdur anıUlulık yalnuzca Hakk’a yaraşurKibr davâsına kul ne dürişürEvsâf-ı HâsbâgçeSarây içre deniz cânibine dogru vasî bir bâğçedür ki meclis-i hümâyûn içün havzlar ve köşkler ile müzeyyen olmışdur. Bâg-çenün bir kısmında saray matbâhı içün sebzevât yé-tişdürürler.
21râ sunmakla ol nüzhet-gâh cennet-i Me’vâ idi ammâ Sultân, gözi bu bâgçe-yi can-bâhşi görmezmiş gibi pek hazîn-sûret. Mısır fethinden pây-i tahta geldüginden beri bu hâl üzere az yir, az konuşur, az meclis édermiş. Ber-vech-i hâl, Enderûn’da, Sultân’un ahiret râyihâları aldugı şâyi‘ olmışdı.Yûsuf, huzûrda kendözin takdîm édüp, Şehzâde Sü-leymân’un adın anınca Sultân mahzûnluk ile Bostancı-başı’na dönüp eydür:“Âh bostâncıbaşı, mazlûm Süleymân içün azîm hatâ étdük işte bilâ-veled fevt olursak bu devlet-i Âl-i Osmân kime intikâl éder?” déyicek hâzırûn, Sultân’un malûmı olmayan bir sırrâ vâkıf imiş gibi biribirine ve dahı cümlesi Bostancıbaşı’na égri égri bakuşdılar.Aganun tîz işâreti ile Yûsuf bismillâh déyüp mumın âgâh éderek el-ân perdede sûret gösterür:Ol sahnede Sultân Selîm Mısır’da, Âdiliyye Kasrı içinde dâire-yi hümâyûnda hâbe varmışdur. Hasodalı-lar dahı kapusında nevbet ile muhâfızlık étmekde. Ol dem perde içinde perde açılup Sultân’un vâkıası açılan ufak perdede görinür. Resulullâh sallallâhu aleyhi ve sellemi imâen cemâl-i şerî âteş hâresinden bir sûret, kasra teşrif buyurup, “Selîm benüm emânetümdedür, siz râhat édesiz,” déyü muhafızlara uyhu telkîn éder. Âhir bir küçük perde dahı açılur, Resulullâh, Selîm Hân’un vâkıasına girüp anı uyandurur. Selîm Hân uyandukda dâiresinde bir yalın kıluç âdem görüp savlet fursâtın vérmeden hemân kılıcına davranmakla âdemi sal-lallâhu aleyhi ve selle-mün mübârek cemâ-lin gül şeklinde dahı tasvîr éderler.İlm mirâs hîç kalur mı atadanKesb-i ilm mümkin midür azm olmadanKonsa kefeye marifet zerresiGenc-i Mısr’un okınmaz esâmesiİsterisen ilm ü marifeti Râh-ı hakîkate kıl azîmetiErligün adı şecâat bilesinHem yigit ol hem cesûr hem cilasunDegül er şol kimse dürüşt hôd-bînOldur er ki dogru dürüst nîk-bînYek bir dü iki ve se üç olurÇâr tarâf Türkîde dört yana dénürBil taaccüb dahı şaşırmakdururBegenen şâbâş yanî alkış kılurKîl ü kâl söylentidür bil şâyiaKoguculuk yakışur mı sâliheEnderûn iç taşra da bîrûn olurHem mecâzen kalbe de derûn dénürSen dahı bîrûn u derûnunı pâkTut ki dâim ola kalbün yüzün akNitekim insâna togrulık gerekCümle bed-‘âlden ayrulık gerekTogrulık tevâzû ve ilmi gözetDünyâ ve ukbânı birlikde düzetDâimâ ilm kesbi gayretünde olŞehr-i hakîkâte yokdur başka yolDer Tasvîr-i EnbiyâEnbiyâ yüzi tasvîrde âteş, nûr sûretinde nakş édilür ammâ Seyyid-ül Mürselîn
22savuşdurur. Merd-i Kıbtî şecâat arz idemeden geldügi gibi revzenden aşagı gemi diregine atlayup kaçar.Perdenün kenârında merhûm Emîr Tomanbay göri-nür, ol dahı hâbdedür ve Resulullâh ona dahı vâkıasın-da görinür ve şakk-ı kamer étmiş mübârek barmagıyla Selîm Hân’ı işaret édüp ana teslîm olmasını telkîn éder. Andan sonra üç deniz ortasındaki Sitanbul tasvîri per-dede ayân olur, karanur sonra bir cennet bâgçesi âdetâ nûr-ı ilâhî ile tebâdür éder ki içinde havz-ı Kevser ile Tûbâ görinür ve altundan kâşâneleri vardur. Pâdişâh bu temsîlden gayet hazz édüp Yûsuf’a eydür:“Vâkıamuz sana nerden malûm oldı?”“Vâkıa-i şerîfünüz malûmum degüldür sultânum ammâ bendenüz dahı bu vakıayı hâbe vardugumda gördüm.”“Ve cenneti dahı gördün mi?”“Âyân görinürdi. Siz dahı kapusında idünüz.”“Ya neden içerü girmez idüm?”“Sultânum Allahu ‘alem, bir kul hakkı üzerinizde kalmış gördüm.”“Belî...Ol kulın kim idügini bildüm ammâ fursat géçmişdür, ana mülâki olmak mümkin degül ki hakkın teslim édem.”“Olmaz olmaz démen sultânum ulu dergâhunuz âlem-i imkândur. Müsaâde buyurur isenüz, ben sizi mülâkî éderüm.”Vüzerâdan, “Câyiz midür,” déyü vesvese kopdı. Müftî Zenbilli Efendi’ye sormak tedbîrini teklîf étdi- Der İnşikâk-ı KamerResulullâhın mucizâtun-dandur ki parmagı işâreti ile ayı iki pâre itmişdür. Bazı ulemânun tefsîrinde ise şakk-ı kamer kıyâme-tün yaklaşdugı alametidür, henûz vâki olmamış ammâ işâret-i Habîbullah ile bil-dürilmişdür. Kevser: Cennetde bir ır-makdur ve Havz-ı Kevser resulullâha has havzıdurTûbâ: Cennette bir ağaç-dur ki kökü asumanı tut-muşdurRivâyet-i MünâsibMüftî Alî Efendi, fetva almak dileyeni tez vaktde murâdına kavuşdurmak içün evinün revzeninden saldugı zenbîlle suâlleri alup cevâbları yine zenbî-le koyup vérürmiş. Anun-çün halk içinde “Zenbîlli müftî, nâmıyla meşhûr imiş.Evsâf-ı Çerâkîze-i MemâlikMısır’da Kalavûn’un memlûkları Kafkas diyâ-rundan olmakla anlara Çerâkize dérler idi. On iki bin nefer arasından üç bin kadar has nefer intihâb idüp anları muhkem bir kalanun burclarına muhâ-fız kodı. Anunçün bulara Burciyye dahı dérler idi ve Sultân Selîm Mısır’ı feth édene dak Memlûkların pâzû-yı gayreti bular idi.
23ler ise dahı Sultân, “İmdi oyun içün efendiyi râhatsız étmen,” buyurup Yûsuf’a temsîlin göstermeye icâzet buyurdılar.Perde nûrlanup ulu bir kapu öninde Sultân ile To-manbay karşu gelür. Hakîkî sultân, perdedeki hayâlî sultânun agız açmasına fursat virmeksizün tahtından kendü eydür:“Safâ geldin, Tomanbay kardaş.” Hemân Yûsuf, vâkıasında Tomanbay’un telkîn ét-dügi sözleri perde arkasından eydür:“Ey, kardaşlıga kabûl étdünüz. Evvel fetvâlarla memleketümüz elümüzden alıncaya dak kâr mel‘ûn Çerâkizeler idük, şimdi kardaş dérsiz. Kâr karındaş olursa sen ne olmış olursın? Ey muhayyer bâzârdır.” “Mülk içün eyle olur.”“Memleket olup babandan kalma mirâs mıydı ki ta-mah-ı dünyâ içün iki tarafdan bu kadar Allah’un kulı helâk oldu. Rûz-ı cezâda buların cevâbın kim vérür?”“Ya Tomanbay, sen benümle bu kadar cengi niçün étdin?”“Sen benüm ehl ü ıyâlim üstine gelürsen ve memle-ketüm elümden almaga gelürsen mahşere dak senünle cengüm vardur.” “Ya şimdi huzûruma nice geldin?”“Efendimüz Hazret-i Resûl gönderdi, anun-çün geldim. Bana: ‘Yâ Tomanbay! Irzın içün gayret édüp nâmûsu yérine getirdin. Var Selîm’e, seni bana göndersün ve Gâzî Selîm dahı yakında bana gelsün,’ Rivâyet-i MünâsibHakkâ Sultân Selîm, To-manbay’un mülâkatında dédü-gi Gâzî Selîm unvanına düşen 1158 rakamı mûcibince tam 1158 gün sonra Allâh’un emri-ne fermânber olmışdur, rahme-tullâhi aleyh.Ve lehu eyzenSüleymân’ı sarâya getürmek içün sultânun hîn-i merhame-tini bekleyen Bostâncıbaşı’nun el viren bir fursat ile hemân zemîn-bûs édüp Süleymân’ı huzura getürdügi ve şehzâde hemân serîr-i pâdşâhî ayagına yüz sürince Sultân Selîm’ün, Süleymân’ı bagrına basdugı Evliyâ’dan rivâyet olınur.Ehl ü ıyâl evde kız ve ogulunZevc ü zevce eş ve câriye kulunHaklarun gözet ki Hakka hôş görünTanrı mahzarında ola hôş yérünMuştı beşâret nümâ göstericiKutlu haber getirendür muştucıMuştu olsın bu lugat érdi sonaKaldı hatâsı okurun affınaBir basit lisânla nazm oldugı-çünUymadı gâh kâye gâhî vezinLafzı degül şi‘r-i Kemâl ü HasânLîk sözün ma‘nâsı kemâl ü hasenAyb u eksügini tenkîd hakkınuzLutfen insâf ile ammâ bakınuzVe görenler bu lugatden fâideNâzımına hayr duâlar ideBu vesîle ile Hakk’un rahmetiBelki nasîb olur adn cenneti
24dédi.”Sultân tahtından kalkup eydür: “Vallahi bana dahı: ‘Yâ Selîm! Tomanbay’ı bana gönder ve cenâzesinde hâzır bulundukdan sonra Sitan-bul’a varup sen dahı bana gel,’ buyurmışdur,” dédi ve ol cennet muştucısı vâkıa-yı beşâret-nümâ her ne denlü kutlu olsa dahı âhiret hav gâlib gelüp ol demde To-manbay ile helâlleşüp mahzûn u melûl harem-i hümâ-yuna çekildi ve ardınca hâzırûn kıyâmet güni mürde bedenlerinden ayaklanan ervâh gibi yérlerinden kalkup dört yana taguldılar. Fi’l-hâl hâsbâgçe hayalleri berî ol-mış perde-i beyzâ gibi tenhâ ve Yûsuf cânun kurtarup kurtaramadugını bilmeden bir nice dervâ kaldı. Gördi ki hâsbâğçede kendüzine bir ihsân eseri yok, hâsıl an-cak kazâ eseridür ve hattâ temâşâ gösterdügi perdeye mum şereri düşüp perde ardındaki hayâller dahı yan-makla bir vakt sonra hâsbâğçe dahı bu azîm âteş ile kül olısar ammâ bir kul içün cihân pâdşâhınun hâsbâhçe-sinden kaçmak mümkin midür. “Kanı âsân olurdı. Bu nice deryâdur, sankim bitmez arafdur?” dédi Yûsuf.Bostancıbaşı eydür:“Bu eyle arafdur ki sonı ne vakt gelür bilinmez. Geldüginde dahı bilinmez.” Ve dahı hikmetden suâl olınmaz ammâ bu hikâye-i turfe-güftârdan dimâgı lezzet-yâb ve ibret-âmiz kıssa-sından kalbi hisse-yâb olan kimesne dahı düşinüp, râvî-sine duâ kıla, inşallâh. Temmet19 Safer 1442Ve lehu eyzenHilâfet Selîm Hân’dan âhir Sultân Süleymân’a degince, ilk iş ol kendözin kurtaran Bostâncıbaşı’na Mısır’ı ihsân édüp neşv ü nemâ bulup çapaladığı bâğçeye teberrüken başı evc-i ayyûka değgin tokuz kat bir kulle binâ étmişdür ki cihân-nümâdır. Her ka-tında fıskıyye ve havz-ı fevvâre ve çok hücreleri hâiz bir kasr-ı âlî olmagile şimdi Kuleli Bâğçe dérler.Ve lehu eyzenYûsuf’un âkıbetinden haber vérür tafsîlat ol-mamakla, mezkûr Be-dayiü’z-Zuhûr’da dahı adı mukayyed degüldür ammâ Balkapanı Han’da tahkîk Azîz nâm bir ih-tiyâr tüccâr ile mülâkî olınca bana hem-şehri bir şebbâzdan haber vérdi. Ol şebbâz gâyetde nânkûr imiş ve sultân ihsânın gö-rince kendözini bir dahı aslâ göstermeyüp gâibe karışmış ve andan bir kez olsın haber alamamışlar.